Korkunun Yeni Adresi
  Korku Kitapları
 

 

Yazar: Prof. Dr. Sevil ATASOY
Yayın Evi: Doğan Kitap
Sayfa sayısı: 204 Yayın tarihi: Ekim 2006
Etiket Fiyatı: 12,00 YTL

 

Prof. Dr. Sevil ATASOY Kimdir?
Prof. Dr. Sevil Atasoy 1949′da İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nden mezun oldu, biyokimya alanında uzmanlık ve tıp bilimleri doktorası yaptı. Türkiye’de olay yeri inceleme, kriminal laboratuvarların gelişmesi ve DNA delillerine katkısı nedeniyle yılın bilim insanı ödülüne layık görüldü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliğinin yanı sıra, 1980-1993 yılları arasında Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu Kimyasal Tahliller İhtisas Dairesi başkanlığını, İstanbul Üniversitesi ADli Tıp Enstitüsü’nün 1988-2005 yılları arasında müdürlüğünü yürüttü. Atasoy halen, Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu başkan yardımcısı ve Uyuşturucu Üretiminde Tahminler Daimi Komisyonu üyesi, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi, Uluslararası Adli Bilim Hizmetleri’nin (IFSS) sahibi ve Hürriyet” gazetesi yazarıdır.

Napolyon’un Rusya seferine katılan 690.000 Fransız askerinin yalnızca 3.000’i geri dönebildi. Tarih onların, dondurucu soğuk, açlık, dizanteri ve yüksek ateşten öldüklerini yazdı. Ama?..

Marilyn Monroe’nun ölümünün arkasında Mafya, CIA veya FBI gibi örgütlerden biri olmasın sakın?..

Wolfgang Amadeus Mozart öldü mü, öldürüldü mü? Kıskanç bir kocanın mı kurbanı, yoksa yeteneğini kıskananların mı? 2006 yılında doğumunun 250. yılı kutlanan Mozart’ın ölümünün ardındaki sır perdesi, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi aralanıyor.

DNA’yla belki de tarih yeniden yazılıyor. Günümüzün “suç” dünyasındaki en çapraşık olaylarda bile suçlunun ve suç aletlerinin saptanmasında, çok farklı ve kesin sonuçlara varılmasında bilimsel ve teknolojik gelişmeler önemli rol oynuyor artık.

Adli tıp alanında uluslararası bir üne sahip Prof. Dr. Sevil Atasoy, “Labirent”te suçların ve suçluların ortaya çıkarılmasında gelişen yöntemleri bilimin ışığında ve örneklerle gözler önüne seriyor. Dünyanın dört bir yanında, olay yeri inceleme birimlerinde ve kriminal laboratuvarlarda çalışanların labirentlerde dolaşarak suçu nasıl aydınlattıklarını, suçluyu, suçsuzdan nasıl ayırdıklarını anlatıyor. Ve gerçeğe, sadece gerçeğe ulaşmaya çalışan delil avcılarının, zor, ama bir o kadar gizemli ve çekici dünyasında yolculuğa çıkarıyor okuru.

İşkencenin Tarihi (A History of Torture)
Yazar: George Ryley Scott
Çeviren: Hamide Koyukan
Yayıncı: Dost Kitabevi Etiket Fiyatı: 18,52 YTL + KDV

“Her nerede ve ne zaman zulüm ya da eziyet ortalığı kasıp kavursa, göründüğünden çok daha ürkütücü olması muhtemeldir. Bunun nedeni de bu ruhsuz kitle anlayışının doğasındaki potansiyel zulüm değildir, asıl dehşet verici olanı, işkencenin yer almadığı bir devlette çok daha iğrenç ve incelikli bir şekilde ortaya çıkan zulümdür.”

George Ryley Scott’un kitabın önsözündeki harikulâde cümleleri, okuyanı kitaba müthiş bir şekilde bağlıyor. Kitapta, bireyin ve toplumun varoluş sürecinde yaşadıkları ve özellikle de bunların ne şekilde yaşandıklarına olabildiğince objektif bir açıdan bakılmış ve olan, olduğu şekilde ortaya konmuş. Gerek devletin gerekse toplumun farklı gördüğüne baktığı şekil ve buna karşı aldığı önlemleri bir bir göz önüne sererek “kültürümüz”ün hangi seviyede olduğunu dosdoğru anlatıyor.

“Kandırmaca ve yüzeysellik, yirminci yüzyıl uygarlığının ortaya çıkardığı en göze çarpan nitelikleridir. Günümüz insan-hayvanı, düşkünlük ve avuntulara elverişli bir ortamda, seçkin ve gösterişli bir çevrede çalışır ve eğlenir. Devlet kontrolünün hızla yayılması ve bireyin özgürlüğüyle eş zamanlı gerçekleşmesi de gelişmiş bir toplumsal örgütlenmenin var olduğunu gösterir.

Ortak sonuç, insan doğasının yüzeyinde yalnızca bir ciladır ve özünde hemen hemen hiç değişmemiştir. Görünüşte yüzeysel değişiklikler de, yapıları gereği, çevreye göre değişiklik gösterir ve geçicidirler; ahlaki, etik ve toplumsal tepkiler söz konusu olduğunda kararlı ve sürekli olmaktan çok değişebilir ve parçalı bir yapıya sahiptirler. Birey ve Devlet tarafından sergilenen daha kapsamlı bir insancıllık, kendi içinde övgüye değer bir davranış biçimi olmakla birlikte yanıltıcıdır. Bu yanıltıcılık durumu da, çağdaş yaşamın büyüyen ve insanın doğayla uyumunu giderek daha çok bozan yapay özelliğine bağlıdır.”

Kitaptan alıntıladığım bölümden ziyade daha bir çok bölüm fevkalâde öğretici özellikler taşıyor; ancak elimden geldiğince midemizin kaldırabileceği ve beyinlerde rahatlıkla yansıma bulabilecek bir bölümü, Engizisyon’u almaya karar verdim. Tercihi çok zor yaptım, zira kitabın önemini anlayınca alıntı yapacak bölümden ziyade, alıntı yapılması gereken bir çok bölümle karşılaştım. Alıntının kapsamının fazlalığı ve alıntılayamadığım yerlerden dolayı herkesten özür dilerim ve kitabın yazarı George Ryley Scott’a da teşekkür ederim.

Tabi çevirmene de laf söylemek gerekli. Sayın Hamide Koyukan’la Kabalcı Yayınları’nca sunulan “Sümer Mitolojisi” isimli kitapta da karşılaşmıştım. Kitabın akıcılığı ve öğreticiliğini yorumumda ayrıntısıyla belirttiğimi bir kez daha görüyor ve böylesi güzel insanların çevirilerini okuduğum için kendimi kutluyorum. Sayın Hamide Koyukan’ın başkaca hangi kitapları çevirdiğini bilmiyorum, ama elimizde görünen iki kitabın da sanki bizim dilimizde konuşan insanlar tarafından yazıldığı şeklinde gördüğümü düşünürsek Hamide Koyukan’ı gelecekte sıkı bir takibe almanın gerekliliğini de görüyorum. Kendisine ayrıca teşekkür ederim.

Okuyucudan istirhamım, burada yapılan anlatılanlara salt “işkence teknikleri” değil “insanlığın bıraktığı kültür mirası” olarak bakması olacaktır. Şüphesiz, anlamak bu haliyle çok daha nadide olacaktır.

Kaynak: www.anlamak.com Yazan:Bünyamin Ergün


Dean Koontz / Nöbet

Korku edebiyatının önemli isimlerinden Dean Koontz, kariyerine bilimkurgu eserleriyle başladı. İlk romanından sonraki beş yıl içinde, ondan fazla değişik isimle piyasaya sürdüğü yirmi tane bilimkurgu romanı yayımlandı.

1975 yılından sonra korku türüne yönelen yazar; Fanatikler, Yabancılar, Kurbanlar, Yaratığın Gözyaşları gibi ülkemizde de çok sevilen kitaplar yazdı. 80′lerde mesleğinin doruğuna çıkan Koontz’un 1987′de yayımlanan eseri Nöbet (The Watchers), hayranları tarafından yazarın ‘başyapıtı’ olarak nitelendirildi. 1945 doğumlu yazar, yazın hayatına devam etse de, kitaplarının hala aynı rağbeti gördüğünü söylemek güç.

 

Koontz Parodisi

Yıllar ilerledikçe kendini tekrar etmek ve sürekli aynı malzemeyi kullanmakla eleştirilen yazarın birkaç kitabına bakınca bu eleştirilerin asılsız olmadığı anlaşılıyor. Özellikle, Nöbet’ten sonra yazdığı Gecenin Tam Yarısı ve Gecenin Peşinde isimli romanları adeta bu romanın devamı özelliğindedirler. Her üç romanda da karakterler; toplumdan bir şekilde dışlanmış intihara meyilli kadın ve erkek baş karakterler, Koontz’un olmazsa olmazı olağandışı zeki bir köpek ve Pennyslvania kırsalındaki laboratuarlarda uygulanan yanlış deneyler sonucunda mutasyona uğrayıp saldırganlaşan ve laboratuardan kaçan yaratıklardan (ki bu yaratık çoğunlukla maymungillerden olur) ibarettir. Ne yazık ki, kitaplar arasındaki benzerlik karakterlerle sınırlı değildir. Bu üç roman başta olmak üzere Koontz eserlerinde olaylar hep gece geçer, kahramanlar sürekli bir kaçış-kovalamaca içerisindedirler, ve yer genelde Ayışığı Koyu isimli gizemli bir kasabadır. Mutasyon, kaybeden karakterler, zeki köpekler, olayları bilimsel bir gerçeğe dayandırma çabası, bozuk aile ilişkileri ve tabii gece olgusu… Dean Koontz edebiyatında hassas bir öneme sahiptirler. Yazarın kitapları hızlı başlar, olaylar çabuk gelişir ve -hiç sapmaz- mutlu bir sonla biter. İşte bütün bunlar birleşince hafif tabiriyle ‘deja vu’ hissi okuyucunun yakasını bırakmıyor ve eserler kabak tadı kıvamına gelebiliyor. Şimdi, Dean Koontz’un Dean Koontz olduğu yıllardan en sevilen romanına; Nöbet’e değinelim.

 

Nöbet

Akıcı bir anlatımın içine serpiştirilmiş edebi tasvirleriyle Nöbet, daha en baştan okuyucunun ilgisini uyanık tutar. Önce işinden istifa etmiş otuzlu yaşlarındaki intihar etmeyi düşünen Travis Cornell’la tanışırız. Orta boylu, orta yakışıklılıktaki her şeyi ‘orta’ düzeyde olan Travis’in yolu daha sonra Einstein ismini vereceği telapatik zeki Golden Retriever’la kesişir. Bu ikiliye Nora Devon isimli psikolojik sorunlarıyla baş etmeye çalışan, yıllardır evden dışarı adım atmamış, hayattan da kendi güzelliğinden de bihaber olan genç bir kadın eklenir. Travis, Nora ve Einstein artık bir nevi çekirdek ailedir. Üçü de hayatlarındaki sevgi eksikliğini birbirleriyle gidermişlerdir. Acılarla dolu geçmişlerinden sonra buldukları bu sevgi yorganına sıkı sıkıya sarılırlar. Lakin, pek de uzak olmayan bir yerlerde (Einstein’ın kaçtığı yerde) hala sevgi yoksunluğu çeken ve her şeyden çok kendisini sevmeye ihtiyaç duyan deney mağduru gorilden bozma bir yaratığın, bir zamanlar aynı yaşamı paylaştığı Einstein’la görülecek bir hesabı vardır. Deney merkezinden kaçan bu zavallı yaratık içindeki nefreti dindirecek tek şeyin Einstein’ın kanı olduğuna inanmaktadır. Yaratık ve köpek arasında tuhaf bir telapati vardır. Bu şekilde birbirlerinin ne durumda olduklarını çok iyi bilmektedirler. Sevgiye aç, kendinden ve her şeyden nefret eden durdurulmaz bu yaratığın üçlünün peşine düşmesiyle gelişen olaylar gitdikçe daha karmaşık ve onulmaz bir hal alacak, Travis - Nora çiftinin de başına örülecek yeni çoraplarla dönüşü olmaz bir yolda heyecan dolu bir kaçış öyküsü başlayacaktır. Gerilim, korku, bilimkurgu ve aksiyonun içiçe geçtiği Nöbet’te dram da önemli bir yer tutar. Gerek bize birer kaybeden olarak sunulan Travis ve Nora karakterlerinin güvenlerinin yerine gelmesi sürecinde olanlar, yaşamla mücadele gücü edinmeleri sürecinde yaşadıkları buhranlar; gerekse hem nefretimizi hem sevgimizi sömüren sıradışı yaratığın kendi içinde yaşadığı trajedi okuyucunun içine işleyerek karakterle aralarında sağlam bir bağ oluşmasını sağlar. Romanın başarısında en önemli etkenlerden birinin, Koontz’un her zaman ustalıkla kotarttığı empati oluşturma becerisinin olduğu ise sarsılmaz bir gerçek.

Nöbet’in 88 yılında çekilen aynı isimli bir de filmi vardır. İlk film geçer not alınca iki devam filmi çekilmiştir. Ama ne devam filmlerinde, ne de daha sonraları sinemaya uyarlanan Koontz uyarlamalarında başarı sağlanamayınca Dean Koontz eserleri sinemada kalıcı bir etki bırakamamıştır.

Yazarın hayvansever yönünü en fazla günyüzüne çıkarttığı kitabı aynı zamanda, ‘Dean Koontz’un en iyi kitabı hangisidir?’ sorusuna en sık verilen cevaptır. Son yıllarda psikolojik gerilimlere ağırlık veren yazarın isminin neden bu kadar popüler olduğunu merak edip bir kitabını okumaya karar verirseniz Nöbet aklınızda bulunsun deriz. Zira Dean Koontz’u ne derece sevip sevmeyeceğinizin Nöbet’i ne derece beğendiğinizle yakından ilintili olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır.

 

Yazan : Soner Yıldırım - Korkulukk

 

Korkunun Kralından 11 Korkunç Öykü…

Yazdığı öyküler romanlarına göre geri planda kalmış olsa da Stephen King öykücülükte de kanıtlanmış bir başarıya sahiptir. Çocuk yaştan beri yazdığı korku ve bilimkurgu türündeki öykülerle kendini yazarlığa hazırlayan King,
hikayelerini Famous Monsters Of Filmland, Fantasy and Science Fiction ve Alfred Hitchcock’un Gizem Dergisi gibi dönemin popüler dergilerine göndererek şansını denedi. Öykülerinin kimi yayınlandı kimi yayınlanmadı; kiminden para kazandı kiminden beş kuruş bile alamadı, ama o hiç pes etmedi ve takvimler 2007 yılını gösterdiğinde 2007’nin En İyi Kısa Amerikan Öyküleri kitabının editörlüğü ünlü yazara verilmişti.

Öykücülük, Stephen King’in yazarlık kariyerinde oturan koca bir taş. Hal böyle olunca King’in ilk öykü derlemesi kitabı olan Night Shift’in (Hayaletin Garip Huyları) önemi bir hayli fazla oluyor.

Yazarlık kariyerinin başlarında yazdığı on sekiz öyküden oluşan Night Shift 1978’de yayınlandı. Ülkemizde yayınlanması ise tam on bir yıl aldı. Sonunda 1989’da kitaba ismini veren Night Shift (Gece Nöbeti) isimli öykü de dahil olmak üzere yedi öyküsünden arındırılmış Hayaletin Garip Huyları elimizdeydi.

 

İki vampir öyküsü…

Kitabın ‘vampirli kasaba’ odaklı iki tane öyküsü vardı. Diğerine nispeten daha dikkat çekici olan Jerusalem’s Lot (Hortlaklı Köy) isimli öyküde anlatım birinci ağızdan tüyler ürpertici mektuplarla sağlanıyor, öyküde bahsedilen çarpık din kitabı hikayeye mistik bir boyut kazandırırken, kahramanın çatıdan ve duvarın içinden gelen sebebi açıklanamayan acayip seslere yüklediği ‘dev fareler’ yorumu okuyucunun aklına bir daha çıkmamak üzere kazınıyordu. Kahramanımız Charles’ın hikayenin ilerleyişiyle, tamamladıktan hemen sonra yazarının ölümüne sebep olduğu rivayet edilen çarpık kitap hakkında elde ettiği bilgiler konuyu vampirlere taşıyor ve ortaya vampir mitosuna farklı bir bakış açısıyla oluşturulmuş klastrofobik öğelerle desteklenmiş hazmı zor bir öykü çıkıyordu. Hikayenin anlatımındaki doğallık ve De Vermis Mysteriis (Solucanın Esrarı) isimli çarpık kitabın gerçekten var olduğu iddiaları ise okuyucuyu ‘Bütün bunlar gerçekten yaşanmış mı?’ sorusuna mahkum edecek kadar tesirli oluyor, hikayeyi King hayranlarının gözünde efsaneleştiriyordu.

Yine vampir temasını işleyen Son Bir Kadeh de kısa ama etkili King hikayelerinden biriydi. Soğuktan vücudunda kül rengi yaralar belirmiş genç bir adam gecenin bir yarısı bir bara dalıp eşinin ve küçük kızının Jerusalem’s Lot isimli bir kasabada mahsur kaldıklarını anlatıp bardaki iki emekli maceraperestten yardım istiyordu. Elbette ki bu yabancının terkedilmiş vampirli kasaba Jerusalems Lot’a dair hiçbir fikri yoktu. İki yaşlı adam en başta geri adım atsalar da vicdanlarına direnemeyip onları bekleyen sürprizden bihaber vaziyette hiç tanımadıkları bu yabancıya yardım etmeye karar veriyorlardı. Usta yazar bu öyküsünde bizi buz gibi, karlı bir havada vampirlerle dolu lanetli kasabaya küçük bir yolculuğa çıkarıyordu.

 

Mısırın Çocukları

Kitaptaki ses getiren öykülerden birisi de, birbiri ardına gelen devam filmleriyle bilinen başarılı bir sinema uyarlaması bulunun Mısırın Çocukları idi.
Boston’dan Victoria’ya doğru yola çıkan evlilikleri sallantıda genç bir çift Nebraska kırsalında kayboluyorlar. Uzun bir mesafe kat etmelerine rağmen mısır tarlalarından ötesine ulaşamazlar. Nihayetinde ismi haritalarda dahi olmayan Gatlin isimli bir kasaba bulurlar. Kasabanın bomboş sokaklarında çiftin gözüne çarpan ilk şey önceden gördüklerine pek benzemeyen bir kilise olur. Gatlin halkının on dokuz yaş altındaki sapkın çocuklardan oluştuğunu ve çocukların on dokuz yaşını aşan herkesi mısır tarlalarının ardındaki bir şeye kurban ettiklerini öğrenmeleri çok vakit almayacaktır. Zira onlar, on dokuzunu aşalı yıllar olmuş hali hazırda iki yabancıdır.
Birkaç yıl içinde ilk filmin yeniden çevrimini izleme fırsatı bulacağımız Mısırın Çocukları, yazarın Kara Kule serisine ironi katan 19 gizeminden izler taşıyan korku severlerin es geçemeyeceği bir hikayedir.

 

Diğer Öyküler

Sigara bağımlılığından kurtulmak için gayri resmi bir şirkete başvuran ve bu şirketin fiziksel ve ruhsal işkenceden farksız sigara bıraktırma yöntemleriyle geri dönüşü olmayan bir yola sapan orta yaşlı bir adamın yaşadıklarının anlatıldığı Bırakanlar Şirketi; doğaüstü güçleri olan paspal bir delikanlının sıra dışı aşk hikayesinin anlatıldığı kara büyü konulu Ne İstediğini Biliyorum; doğan üç çocuğunu da belirli zaman aralıklarında beşiğinde ölü bulan ve bebeklerini öldürenin dolapta gizlenip sadece geceleri ortaya çıkan bir Umacı olduğuna inanan sarsılmış bir babanın konu edinildiği Umacı; çocukluğuna geçirdiği Maine’e öğretmen olarak dönüp yeni sınıfındaki öğrencilerin teker teker ölmesinin ardındaki sebep olan kabus dolu geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan bir öğretmenin anlatıldığı kitaba ismini veren hikaye Hayaletin Garip Huyları, kitabın diğer ilgi çekici hikayeleri.

Gri Madde, Mengene, Ben Bir Kapıyım ve Kamyonlar ise kitapta yer alan diğer hikayeler.

Vampirlerle, kötü ruhlu kamyonlarla, canavardan farksız iş makineleriyle, dolabınızda gizlenen umacılarla ve envai çeşit habisliklerle bezeli Hayalatin Garip Huyları, korkutmak adına okuyucusuna çok şey vaat ediyor.

 

Yazan : Soner Yıldırım - Korkuluk

Stephen King, ‘başyapıtım’ dediği ‘Kara Kule’ serisini bitirdikten sonra yeni bir roman daha yazmayacağının ipuçlarını -hemen hemen bütün söyleşilerinde- vermiş, senaryolara yöneleceğini ifade etmişti. Oysa King, otuz yıldan beri neredeyse her yıl bir roman yazmıştı ve ünlü yazarın yazmayı bırakacağına pek ihtimal verilmemişti. Neyse ki ‘korkulan’ olmadı ve King yazmayı sürdürdü. İyi ki bırakmadı; çünkü şimdi elimizde harika bir kitap var: Cep…

King’in korku öğesi olarak kullandığı unsurlara baktığınızda çok çeşitli olduklarını görürsünüz: Ölü kediler, hasta köpekler, mısır tarlalarında gizlenen canavarlar, sis, delirmiş çocuklar, palyaçolar, sarı yağmurluklu garip adamlar… Hatta evdeki tost makinesinin başrolü oynadığı bir kısa öyküsü dahi olduğu rivayet edilir.

Her neyse, yazar bu kez de korkunun başköşesine gündelik hayatın ve 21. yüzyılın vazgeçilmez unsuru ‘cep telefonu’nu yerleştiriyor ve insanların neredeyse bir uzvu haline gelmiş bu rahatsız edici makinenin rahatsız ediciliğinin iyice altını çizerek onu doğaüstü dünyasının bir parçası kılıyor.

 

Felaketler toplamı
King’in son romanı Cep’te, son yılların felaketlerini de bulmak mümkün. 11 Eylül, Katrina Kasırgası, Irak Savaşı, biyolojik terörizm ve teknolojinin yaygınlaşmasının yarattığı büyük güç/kontrol dengeleri… Cep romanının merkezinde iletişimin merkezi elemanı cep telefonlarının yer alması keyfi bir tercih değil kısacası. King’i büyük bir yazar yapan birçok nedenden biri de şu: Hayatın iyice içine işlemiş ve bu nedenle de görünmez hale gelmiş ‘eşya-yer-hareket’i görmek ve rahatsız ediciliklerinin formunu değiştirerek başkaları için de görünebilir kılmak.

Buradaki soru şu: Cep telefonunuzu bırakabilir misiniz? Ya da bunu yapmanız için karşınızdaki tehlike ne kadar büyük olmalı? Hatırlıyorum, bir dönem cep telefonu ve yaydığı radyasyon nedeniyle uzun vadede vücuda verdiği zararlar çok tartışılıyordu. İnsanlara telefonları ceplerinde taşımamaları öğütleniyordu ama kimsenin çok da aldırdığı yoktu bu laflara. Olağan hale gelen ‘şeyler’in tehlikeleri her zaman zararsız görünür, asıl tehlike de burada yatar zaten. King de bunun üzerinde dolaşarak önemli bir riskin altını çiziyor. Elbette, tehlikenin, onun doğaüstü çerçevesinde gerçekleşeceği iddiasında değilim ama kişiler çantaları çalındığında nüfus cüzdanlarından çok telefonlarını kaybetmenin acısını çekiyorlarsa burada bir soru var/olmalı.

Cep, (bu sefer başlangıç mekânımız Maine eyaleti değil Boston), sıradan bir ekim öğleden sonrasında herkesin birdenbire çıldırmasıyla başlıyor. İnsanlar birbirlerine saldırıyor, çevrelerinde ne varsa kırıyor, çocuklar ailelerini öldürüyor ve garip bir dilde konuşmaya başlıyorlar. Teknoloji karşıtları, dini nedenlerle telefon kullanmayanlar, cep telefonu sahibi olmayı reddedenler (Stephen King de onlardan biriymiş) ve sorunun ortaya çıktığı dönemde şans eseri telefonlarını kullanmayan birkaç kişi dışında herkes bu terörden etkileniyor. Etkilenmemeleri de mümkün değil zaten, cep telefonuyla bulaşacak bir hastalığın risk boyutunun ne kadar yüksek olacağını kestirmek o kadar da güç değil. Cep telefonu kullananlar bir tür zombiye dönüşüyorlar. Ne var ki bu teknoloji kökenli hastalığın bildiğimiz klasik zombilikten çok temel bir farkı var. Romanda Bostonlu bir polisin de söylediği gibi: “Bu insanlar ölü değil.”

 

Suçlu-kurban
Normal koşullarda zombileri ‘kötü’ kabul etmek ve öldürülmelerini anlayışla karşılamak kolaydır. Zaten ‘yaşamadıkları’ için, öldürülmeleri ne ahlaki ne hukuki bir sorun yaratır. Oysa Cep, bu kişilerin hâlâ ‘insan’ olduklarının altını çizerek, sorunu çözmek adına verilecek kararları da zorlaştırıyor. Stephen King’in romanını başarılı kılan unsurlardan biri de bu: Klasik ‘biz’e karşı ‘onlar’ durumunda, bu kez sınırı kalın çizgilerle çizmek ve iyi-kötü, suçlu-kurban ayrımını yerleştirmek o kadar kolay değil.

Cep’in daha baştan kaotik hale gelen dünyasında bir kişi ön plana çıkıyor: Clayton Riddel adlı bir çizgi romancı. Clay, çizgi romanını bir yayıncıya satmış olmanın rahatlığıyla bir kafede otururken çevresindekilerin çıldırmalarına şahit oluyor. Yaşlı bir kadın cep telefonunu kapattıktan sonra dondurmacının boğazına sarılmışken başka bir masada cep telefonuyla konuşan genç kızlardan biri yerinden kalkıp yaşlı adamı öldürüyor… Clay, cep telefonu sahibi olmadığından, bunlara bir anlam veremeyerek çareyi bir an evvel oradan uzaklaşmakta buluyor. Bir süre bu garip durumun düzeleceği umudunu taşısa da işler gittikçe kötüleşiyor. Üstelik ‘normal’ kalanların da çok iyi oldukları söylenemez. Ne de olsa sosyal kuralların tamamen ortadan kalktığı bir toplumda, insan doğasının en karanlık taraflarının ortaya çıkmasını engelleyecek bir ahlaktan da söz edilemez. Clay, en sonunda paçayı kurtarmak için genç bir kızla birlikte kuzeye doğru yola çıkıyor. Bu arada zombiler de değişmeye başlıyor, hastalığın farklı etkileri ortaya çıkıyor ve tartışma/sorun başka boyutlara taşınıyor.

 

Sona yaklaşırken
Kitabın sonunda neler olduğundan bahsetmeyeceğim ama bu sonun ‘Kara Kule’ninkinden çok daha etkileyici olduğunu söyleyebilirim. King, zombi romanlarının temel sorunu olan ‘polis/devlet/yetkililer, iş bu kadar yaygın hale gelmeden neden çözüm bulmadılar’ sorusunu da, hastalığı cep telefonu aracılığıyla yaymayı seçerek ortadan kaldırıyor. Her yönden zekice ve çok iyi kurgulanmış bir roman olarak Cep çok az sayıda olan ‘iyi zombi kitabı’ arasındaki yerini de böylece almış oluyor.

Kitabın içeriği dışında, beraberinde getirdiği başka soru işretleri de var ve bunlar en az kitabın kendisi kadar önemli. Yazar-yayıncı ilişkisinden söz ediyorum ve Stephen King gibi kitapları yayıncılar için altın değerinde olan bir yazarın bile kaçınılmaz biçimde kabul etmek zorunda kaldığı şeylerden. Bunların en dikkat çekenlerinden birini, ‘Kara Kule’ serisinin sonunda görmüştük. Stephen King, serinin son kitabının bitimine ‘bence bundan sonrasını okumayın, yayıncılar istediği için böyle bir son ekledim’ minvalinden bir açıklamanın ardından daha detaylı bir son geçmişti ve kitabı zayıflatan bir ek sondu o. Bu kitapta da yine yayıncıların isteği üzerine promosyon (cep telefonu melodileriyle yapılmış ‘zil tonu’) ABD’de bir anda son derece popüler hale gelmiş. Eğer Stephen King bile ‘yayıncının önünde boynum kıldan incedir’ diyorsa varın gerisini siz düşünün.

Stephen King severleri hayal kırıklığına uğratmayacak bir kitap Cep. Yazın şu sıcak günleri devam ederken böylesi bir kitap sizi serinletecektir. Unutmadan… Cep telefonunuzu kapatın…

 

‘Cep telefonları, 21. yüzyılın köle prangaları’
Korku edebiyatının kralı olarak anılıyorsunuz buna karşın aslında oldukça eğlenceli birisiniz, kesinlikle korkutucu değilsiniz…

 

Ne yapabilirim, korkunun kralı olarak adım çıkmış bir kere -kurukafaları masamın çekmecesinde saklıyorum. Bir keresinde süper markette bir kadınla sohbet ederken, bana, korkmaktan hoşlanmadığı için kitaplarımı okumadığını söyledi. Ben de ona Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) gibi eserler de yazdığımı söyledim, o da bana hayır onu siz yazmadınız, ben ondan hoşlanmıştım, dedi. Ben, hanımefendi, onu ben yazdım dedim ama inanmadı. İmaj böyle bir şey.

Çok üreten yazarlardan birisiniz. Çekmecenizde sakladığınız, başkalarının okumasını istemediğiniz eserleriniz var mı? Ölümünüzden sonra yayımlansalar ne düşünürsünüz?

 

Çekmecemde bir yığın şey var. Hayvan Mezarlığı örneğin, çok uzun süre çekmecemde durmuştu. Çünkü insanların okumayacakları kadar korkunç olduğunu düşünmüştüm. Ama yayımlandı ve inanılmaz bir başarı elde etti. Sanırım çekmecedekilerin ne olacağını zaman gösterecek.

Cep de oldukça korkutucu bir roman. Aslında yazdıklarınız arasında en korkunç olanlardan bir tanesi. Kitabınız, cep telefonu frekansıyla insanları etkileyen bir virüsü ele alıyor. Siz de teknoloji karşıtı bir konuma yerleşmiş oluyorsunuz. Bunu söylemek mümkün mü?

 

Bazı eleştirilerde benim teknoloji karşıtı olduğumu yazdılar. Rahatsız ediciydi. Bakın, ben de kendi CD’lerimi yapıyorum, bilgisayar kullanıyorum, bana teknoloji karşıtı demeyin. Nietzcshe’nin dediği gibi, boşluğa bakarsan boşluk da sana bakar. Örneğin cep telefonunuzu elinize alıp bir telefon açtığınızda, son dönemde çıkan skandallarla da öğrendiğimiz üzere sizi dinleyebiliyorlar. Bu basit bir örnek. Teknolojinin birçok rahatsız edici tarafı da var, söylemeye çalıştığım bu.

Romanlarınızın Maine’de geçmesine alışmıştık. Bu sefer neden Boston?

 

Cep’i tasarlamaya 1999′da başladım ama o zaman aklımda New York vardı. 2004′te Stewart O’Nan’la Boston’a gelişimizin ardından romanı Boston’a taşıdım diyebiliriz. Limuzin şoförü olan arkadaşım Ray Slyman’la Boston’u dolaştık ve daha önce iki kere kullandığım Malden’in çok uygun olduğuna karar verdim. Bazı eleştirmenler tek tek romandaki coğrafi hataları arayıp bulmuşlar, bu kadar zorlamak bana komik geliyor.

Cep’e ilham kaynağı olan şey neydi?

 

New York’ta bir otelin önünde, cep telefonuyla konuşan harika giyinmiş çok güzel bir kadını seyrediyordum. Eğer, insanları öldürmesini söyleyen bir mesaj alırsa, ne olur?

Kitabınızın yakında filminin çekileceği doğru mu?

 

Eli Roth tarafından çekilecek.

Sınıra ulaştığınız için ve kendinizi tekrarlamak istemediğinizden yazmayı bıraktığınızı söylemiştiniz, ne değişti?

 

Çekmecedekilerin bir kısmını döktüğümü söyleyebiliriz.

Gerçekten cep telefonu kullanmıyor musunuz?

 

Cep telefonum yok, ihtiyacım da yok. Cep telefonlarının 21. yüzyılın köle prangaları olduğunu düşünüyorum. Bir tanesine sahip olduğunuz andan itibaren bağımlısı haline geliyorsunuz. Ayrıca da herkes her an her yerde size ulaşabiliyor.

Peki kitabınızın promosyonunun cep telefonu mesajlarıyla yapılmasını ve kitaba ek olarak bir de zil tonunun piyasaya sürülmesini nasıl karşılıyorsunuz?

 

Yayıncıma benim sesimin olduğu cep telefonu çalış tonunda “sakın açma, sakın açma,” dememin uygun olacağını söyledim ama onun başka fikirleri vardı. Hayranlarımın bu tonları satın alıp almayacaklarını bilmiyorum.

 

Wallstreet Journal ve Amazon’dan derlenmiştir.

Kanlı Dergi!..

Ağu 22nd, 2008 Ekleyen: devilboy

FANGORIA nedir? Yirmibeş yıldır çıkmaya devam eden ve bunca süredir dünyanın dört bir yanındaki korku filmi meraklılarını peşinden sürükleyen bir dergi. Elbette daha fazlası da var.. Orada burada adı­nı duymuş olabileceğiniz bu Fangoria nedir? Öncelikle tek cümlelik ve özet bir açıklama getirelim; Fangoria Amerika’da çıkan bir korku dergisi. El­bette bunun gerisini de getirmek gere­kiyor, zira ‘80′li yıllardan beri bir popü­ler kültür fenomenine dönüşmüş Fango­ria’nın hakkını bu kadarcık enformasyon­la teslim etmek mümkün değil. 1979 Ağustos’unda çıkan ilk sayısından buyana korku, fantastik, bilimkurgu, dö­vüş filmleri, vs. gibi türlerin meraklılarını peşinden koşturmuş bir dergi söz konusu olan. Çoğu kişiye göre Amerika’nın, hatta kimilerine göre dünyanın 1 numaralı korku dergisi. Söz konusu olan öyle bir dergi ki; ilk sayısının kapağını “Godzilla”nın 25. yıldönümüne ayırabiliyor; Brian Yuzna, Stuart Gordon, Lucio Fulci gibi yönetmenlerin filmlerini yine kapaktan duyurabiliyor. Derdi güzel kızlar, yakışıklı erkeklerle kendini sattırmak değil elbette. Estetik anlayışıysa son derece farklı. “Videodrome”un içinden bağırsaklar saçılmış televizyonu, “Kili Bill Vol. 1″in gözü yerinden çıkartılmış Crazy 88 savaşçısı, Chucky, Freddy, Jason, Michael Myers vs. Fangoria kapaklarında veya iç sayfalarında rastlayacağınız görüntülerden bazıları.

Her şeye rağmen Fangoria’ya bir altkültür örneği muamelesi de yapmamak gerek. Görüntüsü fanzine ben­zese bile, karşımızdaki bir ma­gazin. Ayrıca gördüğünüz üzere dergi, el attığı türlerin gayet popüler örneklerini ele almak­ta. Sadece yaklaşım biraz farklı. Filmler bir yana, özel efekt ve makyaj endüstrisindeki kimi gelişmeler de Fangoria yazarları ve okuyucuları için önemli. Ağırlık mevzubahis türlerin popüler örneklerinde (baş­ka bir deyişle ağır toplarda) olsa bile, yine aynı türlerin yakından ilişkide oldukları B sineması ve düşük bütçeli prodük­siyonlar da asla dışlanmıyorlar. Fangoria’nın bir popüler kültür fenomenine dönüştü­ğünü söylerkense asla abartıyor değiliz. “Cığlık”tan “13. Cuma” serisinin üçüncü halkasına kimi filmlerde bu dergiye yapılan göndermeler dikkatinizi çekebilir.

Diğer yandan internette herhangi bir arama motoruna Fangoria yazdığınızda çıkan sonuçların sayısı karsısın­da şaşkınlığa uğrayabilir, hatta böylece dergiyle aynı ismi taşıyan bir İspanyol grubun (kesinlikle isim ben­zerliği veya tesadüf değil, doğrudan dergiye bir saygı duruşu) varlığından da haberdar olabilirsiniz. Ayrıca derginin adıyla piyasaya sürülmüş, Adam Lukeman’ın yazdığı “Asla Görmediğiniz En iyi 101 Korku Fil­mi” isimli bir kitabın varlığından da sizleri ha­berdar etmeliyiz.

Elbette bu kadar anlattıktan sonra Fangoria’ya nasıl ulaşacağınızı da eklemek gerekiyor. Ne yazık ki ülkemiz sınırlarında Fangoria sayıları­nı bulmak pek kolay değil (eğer bir yerlerde satılıyorlarsa da, ben bundan haber­dar değilim). Ancak internet üzerin­den dergiye abone olmanız söz konusu. Fangoria’nın resmi sitesi olan www.fangoria.com ABD dışında yaşa­yan korku sineması meraklılarına da derginin tadına bakma imkanı sunuyor. Elbette açlığınızı aynı internet sitesinde­ki makaleleri okuyarak veya ara sıra yurt dışına yaptığınız seyahatlerde arkadaşlarınızın koleksiyonlarına kolay kolay çıkmamacasına dalarak da gi­derebilirsiniz. Ayrıca, tam olarak aynı kulvarda gittik­lerini söyleyemeyiz ama bizim buraların Fangoria’sı Geceyarısı Sineması da ihtiyaçlarınızı büyük oranda karşılayabilir, hatta çok daha fazlasını sunabilir.

Paylaş
 
  ·•●•٠٠вugüη 2 ziyaretçi (6 klik) αLт!Nα Sı¢тı ٠٠•●•· BİZİ MSNDE ARKADASŞ OLARAK EKLE

!!!!!_____SİTE İÇİ ARAMA_____!!!!!
©2010 Tüm Hakları SakLıdır. • Design by 50_ScaLPeL www.korku-adresi.tr.gg
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol